Sosyal medyanın en büyük gücü bize hayal kurdurabilmesi. Pinterest’te gördüğümüz bohem kafeler, Instagram’da paylaşılan gün batımı manzaralı restoranlar, TikTok’ta viral olan “mükemmel” kitap köşeleri… Hepimiz en az bir kere ekran görüntüsünü alıp “buraya mutlaka gitmeliyim” diye galeriye kaydetmiş ya da bir arkadaşımızla paylaşmışızdır. Ben de mimarlık öğrencisi olarak bu görüntülere bayılıyorum. Ama işin ilginç yanı o mekânların gerçek hayattaki karşılığı bazen bambaşka olabiliyor. Instagram’da viral olan mekânlara bakınca insan hemen gitmek istiyor. Gün batımı manzaralı restoranlar, gizli kalmış taş evler, rengarenk sokaklar… Ama perde arkasında genelde bambaşka bir manzara var: fotoğraf çektirmek isteyen kalabalıklar. O sakin gözüken masa için bazen uzun süre sıra beklemek gerekebiliyor. Bir de ulaşım meselesi var. Fotoğrafta “keşfedilmeyi bekleyen gizli koy” diye gördüğümüz yer aslında üç saatlik yürüyüş ve bolca yorgunlukla ulaşılan bir nokta olabiliyor. Sosyal medyada gördüğümüz kareler çok güzel ama gerçek deneyim çoğu zaman çok daha farklı. Sosyal medyada paylaşılan estetik mekânları deneyimlerken şunu fark ettim: Güzel görünen her şey her zaman işlevsel olmayabiliyor. Bazı mekânlar fotoğraf için kusursuz tasarlanıyor ama içinde oturduğunuzda rahatsız hissediyorsunuz. Örneğin “Instagram köşesi” diye hazırlanan alanlarda ışık şahane, renkler uyumlu… ama sandalyede yarım saatten fazla oturmak işkence gibi olabiliyor. Ayrıca filtrelerle büyüleyici görünen atmosfer gerçekte ışığın farklı olması, duvarların solması ya da çevredeki kalabalık yüzünden bambaşka bir hale dönüşebiliyor. Sosyal medya bize keşfetme arzusu aşılıyor ama bir mekâna gittiğimizde onu sadece fotoğraf karesi için değil, gerçekten yaşamak için görmek gerekiyor. Çünkü gerçek hayat filtrelerin ötesinde saklı. Belki de en güzel mekân hiç fotoğrafını çekmediğimiz, sadece hafızamızda kalan o an oluyor.
Merve Akardere



-jpeg-1765574248-264597149.jpeg)